EYYÜHEL EVLÂD! (EY ÇOCUKLARIM!) “HUZURUN BÖYLESİ” isimli oyunu izleyeniniz olmuş mudur acaba? Tarih boyunca üç defa oynandı. Birincisi, 1987 yılında İzmir Özel Yamanlar Lisesi sahnesinde. İkincisi, 1992’de Nazilli Özel Fatih Sultan Lisesi sahnesinde. Sonuncusu da yine Özel Fatih Sultan Lisesi’nde sahneye konulmuştu ama tarihini hatırlayamıyorum şimdi. İzlemediniz değil mi efendim? Ben de lâf olsun diye sormuştum zaten; artık isteseniz de izleyemezsiniz.
Efendim, yazanı da yönetmeni de R. Serdar Özmilli idi bu tiyatronun. Oyuncular da doğal olarak onun öğrencileriydi. Oynayan öğrenciler çok başarılı idiler, hep ayakta alkışlandılar ve alkışlayanların gözleri yaşlıydı. Metnin başarısına gelince... şimdilerde düşünüyorum da maalesef yazdığıma da sahnelediğime de pişmanlık duyuyorum. Yanlış yapmışım. Huzurevlerine yanlış yaklaşmış, daha doğrusu konuya at gözlüğüyle bakmışım.
Bir yakınım, karısına boşanma davası açmış geçtiğimiz günlerde. En küçüğü bekâr, ikisi evli barklı üç çocuk ve üç de torun sahibi bir ihtiyar bu adam. Tabi bu nasıl bir adamlıksa... Huzur evinde kalabilmek için, dul olma şartı varmış öğrendiğim kadarıyla. O da karısını bu yüzden boşayacakmış. Karıyı boşayacak, huzurevinde huzur arayacak... Ne dersiniz, evinde bulamadığı “huzur”u huzur evinde bulabilecek midir acaba? Ve bir soru daha: Böyle bir adamın bulunduğu yer, huzur veren, huzurlu bir yer olabilir mi acaba? Çünkü orada, bu ihtiyar ve benzerlerinin büyük bir oran teşkil ettiklerini düşünmemek pek mümkün görünmüyor bana.
Aslında herhangi bir huzurevi görmüş değildim o güne kadar. Belki, genellikle olumsuz üç beş şey duymuştum huzurevleriyle ilgili olarak. Kafamda da olumsuzluklarla, huzursuzluklarla dolu varsayımlar bulunmaktaydı. Düşünsenize, kimsesiz kalmış, çocukları tarafından itilmiş kakılmış yaşlıların doldurduğu mekânlar... Oralardaki görevlilerin, çalışanların da özveri dolu, sevgi ve şefkat dolu olabileceklerini hayâl edemiyordum. Dolayısıyla yazdığım eserde, berbat bir mekânı, gaddar ve hoyrat çalışanları, inim inim inleyen yaşlıları tasvir ettim. Abartılı bir hamâset, oyunun omurgasını oluşturuyordu. Aslında abartmaktan öte, haksızlık etmiş olduğumu çok sonra anlayacaktım.
Eseri oynayacak öğrenciler de (ki ortaokul son sınıf öğrencileriydiler) huzurevi görmüş değillerdi. Meşguliyetimden dolayı, müdür yardımcısı bir öğretmen arkadaşa, rol verdiğim öğrencileri uygun bir huzurevine götürmesini rica ettim. Birtakım hediyeler de alarak gittiler. Çocuklar, orada kendilerince gözlem yaptılar. Sonrasında oyunu koyduk sahneye. Belirttiğim gibi, çocuklar büyük bir başarıyla oynadılar ve ayakta alkışlandılar. Davetliler çok etkilenmişlerdi, ağlayarak izlemişlerdi. O gün o sayfayı öylece kapattık.
Aynı oyunu, yıllar sonra Nazilli’de üçüncü kez sahnelemeye niyet ettiğimde durumum müsaitti, ben bizzat götürdüm öğrencilerimi Aydın Huzurevi’ne. Yine ellerimizde, hediye çiçekler vardı. Öğrenciler, yolculuğumuzdan itibaren başlamışlardı heyecanlanmaya, duygusallaşmaya. Ben de öğrencilerden farklı bir durumda değildim. Çünkü ben de ilk defa bir huzurevi görecektim. Yazmış olduğum eserin de etkisiyle, hayâlimde; elden ayaktan düşmüş ümit yoksunu yaşlılar, görevlilerce itilip kakılan ve inim inim inleyen insanlar, biraz da bakımsız bir mekân canlanıyordu. Vardık. Bir müdür yardımcısı karşıladı bizi. Odasına kabul etti, öğrencilerime küçük bir brifing verdi; nelere dikkat etmeleri gerektiği konusunda bilgilendirdi onları. Sonra bir iki görevliyi yanlarına katarak öğrencileri sahaya saldı. Beni ise kendisi biraz gezdirdikten sonra tekrar odasına, birlikte çay içmeye götürdü.
Şunu öncelikle söylemeliyim; gerek mekânın tertip ve düzeni, gerek masa sandalye gibi müştemilâtın birinci sınıf oluşu, gerek temizlik ve gerekse görevlilerin tutum ve davranışları karşısında apışıp kalmıştım. Kafamdaki bütün ezberler bozulmuştu. Muavin arkadaşın çay içerken anlattıkları ise bendeki huzurevi kavramını alt üst etmişti. Gözlemlerimi, müdür yardımcısı arkadaşın anlattıklarıyla şekillendirerek, biraz onun ağzından, biraz kendi ağzımdan anlatayım:
(En azından o huzurevi), güzel ve işlevsel bir binaya sahip idi. Mantıklı süslemeler yapılmıştı. Eşyalar, pek çoğumuzun evlerimizde bulamayacağımız kadar kaliteli ve birinci sınıf idi. Temizlik, kusursuz idi. Personel de yukarıda belirttiğim gibi, sorumluluklarının bilincinde görünüyorlar ve üzerlerine düşeni doğru dürüst yapmaya çalışıyorlardı. İnanır mısınız, ben bile âhir ömrümü böyle bir huzurevinde geçirmeyi arzulamaya ve yazdığım tiyatro eserinden dolayı utanmaya başlamıştım. Ama bu arada muavin arkadaşın konukları hakkında anlattıkları da değişik düşünceler oluşturmuştu kafamda:
-“Öğrencilerinizi bir şekilde uyarmalısınız hocam. Burada gördükleri yaşlıların çoğu, mağdur ve mazlum birer melek değildirler. Yine birçoğu, evlâtları ya da yakınları tarafından buraya terk edilmiş değildirler. Bir kısmı, gençliklerinde yaptıkları yanlışlardan, yedikleri haltlardan dolayı utandıkları için çocuklarının yanında yaşamak istemiyorlar. Ya paralarını birer hovarda misâli çarçur etmişlerdir. Ya çocuklarına karşı türlü ihmâl ve haksızlıklarda bulunmuşlardır. Öyle ki pek çoğunun çocukları, onlara kendi yanlarına dönmeleri konusunda ısrar etmelerine rağmen bunu yapmaya yüzleri olmadığının bilincindedirler. Yine büyük bir kısmında ise, iktidar hırsı ağır bastığı için, çocuklarının, gelinlerinin, damatlarının yanında yaşamaktansa burada kalma eğilimi vardır. Almakta oldukları emekli aylıklarının da bu tavırlarında rolü bulunmaktadır. Bunlar, sonsuza kadar, dediğim dedik, astığım astık, kestiğim kestik olsun isteyen tiplerdir. Yani, insanın yaşlanınca bir bakıma çocuk konumuna dönüşeceğini kabullenememektedirler. Sizin anlayacağınız; bu ihtiyarların çoğu, uysal, pozitif birer kişilik taşımayan, mızmız, müşkülpesent, tartışmacı, kavgacı insanlardır. Geçim ehli ve pozitif değillerdir. Dolayısıyla burada kalmayı özellikle yeğlemektedirler. Böyle olanlar burada birbirleriyle de geçinememekte, sorunlar çıkartmaktadırlar. Konuklarımızın pek azı, gerçekten mazlum, mağdur ve muhtaç kimselerdir. Bizim işimizin de ne kadar zor olduğunu anlamaşsınızdır, değil mi hocam?”
Benim anladığım: Huzur evlerinde huzur yoktur! Fakat huzursuzluk, bu tesislerdeki eksikliklerden, olumsuzluklardan kaynaklanmamaktadır. Evlâtların payları da sanıldığı kadar büyük değildir. Huzursuzluğun asıl kaynağı, şu bu değil, oralarda kalan konuklardır! Toplumun bütününde olduğu gibi, huzurevlerinde kalanların yaptıkları yanlışlar, asıl sebeptir. Demek ki insanımız, yanlış eğitilmekte, yanlış yönlendirilmekte ve yanlış yönetilmektedir. Kendi ayakları üzerinde durmak denilen, özgüven denilen, gurur denilen kavramların yanlış boyutlar kazanmış olması en büyük belâlardan biridir.
Şimdiii, gelelim analiz etmeye.
Bu analizin evvelâ sosyologlar, psikologlar, din adamları, hukukçular, kanun üretenler ve eğitimciler tarafından yapılması gerekir doğal olarak. (Siyasetçilerden hiç söz etmiyor, kendilerini Allah’a havale ediyorum.) Saydığım bu kesim insanlarının da analizlerini yaparlarken, insan fıtratını doğru okuyabilmeleri ve Fâtır-ı Hakîm’in emirlerine, yasaklarına; Elçisi’nin uyarılarına kulak vermeleri gerekir. Bu çerçeveden olmak üzere, anne babalara, çocuklara, topluma neler söylenmektedir, hangi algılar pompalanmaktadır? Aslında bu soruyu hepimiz sağlıklı bir şekilde cevaplamaya çalışmalıyız.
Ben, bir sosyolog değilim, bir psikolog değilim, bir din âlimi değilim. Çok fazla ahkâm kesme yetkim yoktur. Ama toplumun bir bireyiyim, bir babayım, bir kocayım ve bir eğitimciyim. İşte bu kimliklerimle, en azından konunun önemini arz etmeye çalışıyorum. Dikkat çekmek istiyorum. Elbette benim de kendime göre bazı analizlerim, değerlendirmelerim vardır. Fakat bunları sayıp dökmeye kalkarsam, muhataplarımın çoğu tarafından uçuk kaçık bulunacağımdan adım gibi eminim. Dolayısıyla da susmayı yeğliyorum. İsterseniz, yine de konuyla ilgili değerlendirmelerimden sadece bir tanesini söyleyeyim:
“Emeklilik ve emekli maaşı uygulaması, insan fıtratına uygun değildir. Faydadan çok zarar getirmektedir. Herkes, ömrünün sonuna kadar, gücü yettiğince çalışmalıdır ve çalışmasının karşılığıyla geçinmelidir. Tâkâtı yetmediği yerde, çocuklar, özellikle de erkek çocuklar, anne babalarına bakmak zorundadırlar. Bu durum, anne babalar için bir zül değil, bir hak olarak değerlendirilmelidir. Ancak bu imkândan da mahrum olan yaşlılara, düşkünlere (gençliklerinde emeklilik primi falan ödetmeksizin) devlet sahip çıkmalıdır. Benim bildiğim kadarıyla, İslâmî uygulama böyle olur.”
Sizler, çağdaşsınız, sizler ileri toplumun bireylerisiniz, sizler Batı’dan taklit kanunlarla ve “in my opinion” tarzı mevzuatla yönetilme gönüllülerisiniz... sizlerin gerçekten ayağı yere basan sosyologlarınız, psikologlarınız ve din âlimleriniz yok... ve elbette bendenizin bu değerlendirmesini, aynen tahmin ettiğim gibi, uçuk kaçık buldunuz. Canınız sağ olsun. Benim değerlendirmelerim ve tekliflerim (ki dayanağım daima Semavî Söylem’dir) denenmeden tabi ki uçuk kaçık bulunacaktır. Denemeyin! Atın çöpe! Canınız sağ olsun. Vesselâm.
HUZUREVİ GERÇEĞİNİ DOĞRU OKUYAMAYAN SOSYOLOGLARA, GEREKLİ TEDBİRLERİ ALMAYAN YÖNETİCİLERİMİZE hayır.
Hayırist, esenlik dolu HAYIRLI günler diler.
R. Serdar Özmilli