Yazımın başlığı, birilerinin Nisâ Suresi 43’üncü(*) âyetiyle ilgili olarak yaptıkları meşhur ayak oyununu çağrıştırdı biraz, değil mi? Farkındayım. Ancak böyle bir başlık atmak zorundaydım. Çünkü ciddî ölçüde kaygılıyım. Başlığı şöyle devam da ettirebilirim: ÇOCUKLARINIZIN FİLM İZLEMELERİNİ, DİZİ İZLEMELERİNİ, TV REKLÂMLARI İZLEMELERİNİ, KLİP İZLEMELERİNİ, ŞARKI TÜRKÜ DİNLEMELERİNİ, TİKBOK-FECİBOK-YUTUBOK GİBİ İLETİŞİM KANALLARINI KULLANARAK SOSYAL(!) ETKİNLİKLERE KATILMALARINI ENGELLEYİNİZ. HATTÂ YAPABİLİYORSANIZ ELLERİNDEN AKILLI TELEFONLARI ALINIZ VE EVİNİZDEN TELEVİZYONU SÖKÜP ATINIZ. HATTÂ HATTÂ KANUNÎ ZORUNLULUĞU BERTARAF EDEBİLİYORSANIZ, ÖZEL EĞİTİM ALMALARINI SAĞLAYIN VE OKULA DA GÖNDERMEYİN ÇOCUKLARINIZI!
Bunları söyleyen, üç evlât yetiştirmiş ve 35 yıl eğitimcilik yapmış bir dededir, dikkatinizi çekmek isterim. Evet kinayeli konuşuyorum, çünkü bu kinayenin arkasındaki gerçeklere dikkatinizi çekme telâşındayım. Yukarıda nazara verdiğim alanların hepsinde özel ve güzel nice örnekler (**) var elbette... fakat bahçemizdeki güller, örümceklerin ve tırtılların istilâsı altındadır. İşte bunu vurgulamaya çalışıyorum. Değilse, en önemli görevi insanlara kitap okuma aşkını aşılamak ve yöntemlerini öğretmek olan bir Türk Dili ve Edebiyatı dersi öğretmeninin “KİTAP OKUMAYI ENGELLEYİN.” demesi mümkün müdür hiç! Hele ki kitap okuyanların sayısı günden güne hızla azalıyorken.
Geçen gün, bir hısımımın 14 yaşındaki yeni ergen kızına, kitap okuyup okumadığını sormuştum. “Evet.” Cevabını alınca, okuduğu kitaplardan bir iki örnek söylemesini istedim. Sonra da son okuduğu iki kitabı bana ödünç verip veremeyeceğini sordum. STEFAN ZWEIG isimli aynı yazara ait iki kitap verdi: “BİR KADININ YAŞAMINDAN YİRMİDÖRT SAAT” (İş Bankası Yayınları-Modern Klasikler Dizisi) ve “YAKICI SIR” (Koridor Yayınları)
Bu kitapları nasıl, hangi yolla edindiğini sordum. Bir kitapçı dükkânının raflarında görmüş olabilirdi, birisi tarafından tavsiye edilmiş veya hediye edilmiş olabilirdi... İnternette karşısına çıktığını ve ilgisini çektiği için satın aldığını söyledi. Günümüzde her yaştan insan, (aynen her görsele ulaşabildiği gibi) her kitaba ulaşabiliyor, her türden kitabı okuyabiliyor. Bu da masaya yatırılması gereken önemli bir konudur.
Yazar’ın ismine rastlamıştım değişik çalışmalarım sırasında fakat hakkında bilgim yoktu ve herhangi bir kitabını okumuş değildim. Karısıyla birlikte intihar ederek hayatını noktalayan bu adam, Viyana’da varlıklı bir Yahudi ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiş ve 1881-1942 yılları arasında yaşamış. Yani milenyumdan önce. Yani, iletişimin, felsefenin, sosyolojinin, özgürlüğün, ahlâkın yanı sıra diğer pek çok kavramın ve edebiyatın tanımları, renkleri, sınırları günümüzdeki şekillerine ve boyutlarına evrilmeden önce. Yani değer’lerin gemi azıya alıp şirazeden çıkmasından önce. Yani eserlerinde muzır unsurlara rastlanması ihtimâli düşük olabilirdi. Yani, yazdığı romanlar 14 yaşındaki bir çocuk için riskli olmayabilirdi. Ama adını verdiğim kitapları okuduktan sonra fikrim değişti. Benim on dört yaşında çocuğum olsa, o kitapları okumasını istemem. Yaşlıları işin içine karıştırmayayım ama gençlerin okumalarını da istemem.
BİR KADININ YAŞAMINDAN YİRMİ DÖRT SAAT’ı özetlemeye çalışayım:
Yazarın tatilini geçirmekte olduğu motelde bir olay yaşanır. Motelde iki çocuklu bir aile de kalmaktadır. Genç bir adam gelir. İki günün içinde iki çocuklu 33 yaşındaki kadının (Madam Henriette) damarına girer ve birlikte kaçarlar. Kadın, bu iki günlük yakınlaşma sonucunda kocasını ve iki çocuğunu terk etmiştir. Hem de kanunî ve ahlâkî bir şekilde değil. Koca ve çocuklar perişan olmuşlardır. Oradakiler, olay hakkında, kadın hakkında konuşmağa, yorumlar yapmağa başlarlar doğal olarak. Ancak yazar, kadının suçlanmasına şiddetle karşı çıkar ve kendisini suçlamaya haklarının olmadığını savunur. Ve yani okuyuculara güzel(!) ve doğru(!) bakış açıları aşılar. Yazarın konuya yaklaşımını gösteren birkaç cümlesi:
{...Oysa bu küçük Madam Bovary’nin, zengin ve taşralı kocasına şık ve genç bir yakışıklıyı yeğlemesi ilk andan itibaren anlaşılır bir şeydi.... olaya farklı açıdan bakmak benim için daha eğlenceliydi. Böyle bir şey mümkündür diye ısrarla savunmaya geçtim. Hatta yıllar yılı hayal kırıklığına yol açmış can sıkıcı bir evlilik yüzünden bir kadının aşırı her maceraya atılmak için içsel olarak hazır olma olasılığından da söz ettim... Diğer yandan, ben şahsen bir kadının özgürce ve tutkuyla içgüdülerinin peşine takılmasını, genellikle alışılageldiği üzere, kocasının kollarında onu kapalı gözlerle aldatmasından daha dürüst bulurum, dedim... Mrs. C.(romanın asıl kahramanı olan yaşlı kadın) bana baktı ve “Eğer doğru anladıysam, siz, Bayan Henriette’in ya da herhangi bir kadının, masumca ani bir serüvene itilebileceğini, böyle bir kadının bir saat önce imkân ve ihtimal vermediği olayları eyleme dökebileceğini, bu olaylar nedeniyle asla suçlanmaması gerektiğini düşünüyorsunuz, değil mi?” dedi. “Kesinlikle öyle düşünüyorum hanımefendi.” dedim.}
Yazarın bu tutumu, yetişkin oğulları olduğunu öğrendiğimiz 67 yaşındaki ak saçlı dul kadının (Mrs. C.) dikkatini çeker ve daha sonra yazara, kendi yaşadığı bir macerayı anlatır. Yazarı, bir bakıma günah çıkarmaya ve vicdanen rahatlamaya uygun bir papaz gibi görmektedir. Romanın asıl konusu da onun bu macerasıdır:
Kadın, 18 yaşındayken zengin bir adamla evlenir. 40 yaşına kadar çok huzurlu ve rahat bir yaşam sürmüşlerken kocası hastalanır ve ölür. Kadın, kocasının ölümünden çok müteessir olur, anılarını yaşatmaya özen gösterir. 42 yaşındayken, hiç tanımadığı 24 yaşlarında (hemen hemen oğlu yaşında) kumarbaz bir gençle (güyâ gence şefkat ve yardım gösterme gerekçesiyle) bir gecelik macera yaşar. İşte yazara, içinde bir sır olarak sakladığı ve ama vicdanını rahatsız eden bu olayı anlatarak bir çeşit günah çıkarmaya çalışmaktadır. Pişman ve üzgün görünmektedir fakat ona ait sözlerin tamamını okuduğumuzda, fikrimizi bulandıracak (en azından o an için) başka duygular yaşadığı anlaşılmaktadır. Bakınız neler diyor:
{“Gel!” dedi, o an aniden sert, kararlı, ısrarcı bir sesle. Bileğimi saran parmakları çelik gibi geldi bana. Korktum... eli tüm ağırlığıyla ve ısrarcı tavrıyla kolumu tutuyordu... kurtulmak istiyordum ama iradem felç olmuştu sanki... ve ben... bunu anlayacaksınızdır... ben... anahtarın sesi duyuldu... ve birden bugün bile adını bilmediğim o yabancı insanla, yabancı bir otel odasında baş başa kaldım...}
{Size bir kez daha söylüyorum; ben yalnızca yardım etmek için bir parça uyarılmış bir arzu yüzünden bu trajik serüvene sürüklendim... Ve o kadar mücadele ve konuşmayla, tutku, öfke ve nefretle, yalvarma ve sarhoşluk gözyaşlarıyla dolu olan o gece bana bin yıl sürmüş gibi geldi...}
{...gecenin derinliklerine dalmış kurşun gibi ağır bir uykudan uyandım... geniş yatakta yanımda yabancı bir insan uyuyordu... hem de tanımadığım yarı çıplak bir insan... Hayatıma damdan düşen bir taş gibi dahil olan bu yabancı insanın yüzüne bir kez olsun bakmak istedim... tamamen çocuksu, tamamen bir oğlan çocuğununkine benzeyen bir yüzü vardı, âdeta saflık ve neşeden pırıl pırıldı... mutlu bir uyku ifadesi gördüm... Bu beklenmedik anda tüm korku ve ürkeklikler ağır, siyah bir manto gibi üstümden düştü; artık utanmıyordum. Hayır, mutlu olduğum bile söylenebilirdi... sevinç içindeydim... burada bir çiçek gibi huzur içinde sakin sakin yatan bu genç, bu narin ve güzel insan, şayet ona teslim olmasaydım, parçalanmış, kanlı hâlde, ezilmiş yüzüyle, cansız, gözleri olabildiğince açık, kayalık yamacın dibinde bir yerde bulunacaktı... şu düşüncemden gurur duydum: Onu kurtarmıştım, o kurtulmuştu...}
{Dün olanlar bir rastlantının sonucuydu, bir esriklik, kafası karışık iki insanın çılgınlığıydı; oysa bugün kendimi düne göre daha açık ifade etmem gerekiyordu, çünkü acımasız berrak gün ışığında kişiliğimle, yüzümle, kanlı canlı biri olarak onun karşısına çıkacaktım... Elime doğru eğildi, bir oğlan çocuğununkine benzeyen narin kafasını, büyük bir saygıyla eğip dudaklarını parmaklarıma dokunduracak kadar saygılı bir öpücüğü bir dakika kadar sürdürdükten sonra nasılsınız diye sordu, duygulu bir ifadeyle bana baktı... Âdeta huzurlu duyguların bir yansıması gibi, etrafımızda çehresi değişen her şey ışık içindeydi... dün öfkeyle köpüren deniz bugün çarşaf gibi sakindi... dün bardaktan boşanırcasına yağan yağmurdan korunmak için sundurmasına sığındığımız o büfe, şimdi kepenkleri açılmış bir çiçekçi dükkanıydı...}
{Size karşı çok dürüst olacağıma söz vermiştim... hem kendime hem size hakikati söyleyeceğim: ...genç adam odadan çıktıktan sonra sanki kalbime sert bir darbe inmişti. Bir şey beni fazlasıyla üzmüştü ama hamisi olduğum gencin bana karşı sevgi dolu saygılı davranışında kalbimi kıracak kadar içimi acıtan şeyin ne olduğunu bilmiyor ya da bilmek istemiyordum... bugün net olarak söyleyeceğim şu: O zaman içimi acıtan şey hayal kırıklığıydı... o genç adamın o denli itaatle gitmesinin verdiği hayal kırıklığı... beni durdurmak ve yanımda kalmak için hiçbir girişimde bulunmaması... oradan ayrılıp gitmesi konusundaki ilk arzuma minnet ve saygıyla boyun eğmesi... beni kendine çekmek için bir şey yapmak yerine... beni yoluna çıkan bir azize gibi görmesi sadece... ve beni görmemesi... bir kadın olarak hissetmemesi... Bu benim için bir hayal kırıklığıydı... kendime ne o zaman ne de sonra itiraf edebildiğim bir hayal kırıklığı... oysa bir kadının duyguları, söze dökmeden ve bilincinde olmadan da her şeyi bilir. Zira... artık kendimi daha uzun süre kandırmayacağım; o adam bana o zaman sarılsa, beni o zaman istese, onunla dünyanın öbür ucuna giderdim ve hem kendi adımı... hem çocuklarımınkini lekelerdim... insanların dedikodularına aldırmaz, mantığımın sesini dinlemez, Madam Henriette’in daha bir gün öncesinde tanımadığı Fransız genciyle yaptığı gibi, onunla kaçardım... nereye, ne zamana kadar diye sormaz, önceki yaşamıma bir an bile dönüp bakmazdım... paramı, adımı, mal varlığımı, onurumu onun uğruna feda ederdim... İnsanların ayıp dediği, saygın gördüğü her şeyi görmezden gelirdim, şayet ağzından bir sözcük olsun çıksa, bana doğru bir adım atsa, beni anlamayı denese, o an ona tüm kalbimi verirdim. Ama... size söyledim ya, bu garip tavırlı adam bana ve içimdeki kadına göz ucuyla bile bakmıyordu... ben ona teslim olmaya öyle hazırdım, onun aşkıyla öyle yanıp tutuşuyordum ki... onun aydınlık, deyim yerindeyse melek gibi yüzünü heyecana boğan o tutkuyu, içimin karanlık dehlizine düşüp terk edilmiş bir kalbin boşluğunda fırtına yaratınca anladım...}
{Sonra amaçsızca yine kimseyi tanımadığım küçük bir Fransız kentine gittim. Zira herkes bana bakar bakmaz, ayıbımı ve bendeki değişimi görüyor gibi bir vehme kapılmıştım, kendimi o kadar çok derinden aldatılmış ve kirletilmiş hissediyordum ki yatağımda sabahları uyandığımda, bazen gözlerimi açarken içimi büyük bir korku kaplıyordu...}
Anlatılan olayı ve bir kısmını verdiğim ifadeleri 14 yaşındaki bir kız çocuğunun okumasını siz doğru bulur musunuz? Çocuğu bırakın büyüklerin bile okuduğunda neler hissedeceklerini, neler arzulayacaklarını (fakat insan fıtratındaki gerçekleri hesaba katarak) düşünün bakalım. Yazara sorsanız, belki de kötülüklerin kötü olduğunu anlatmağa çalıştığını söyleyerek kendini savunacaktır. Ancak insan fıtratı, kötülüklere meyillidir. Özellikle de Bediüzzaman’ın ifadesiyle ZEHİRLİ BAL niteliği taşıyan zinâya... Hele siz o kötülükleri, çeşitli yollarla kutsayarak, ulvîleştirerek, şiirselleştirerek anlatırsanız... İslâm’a göre büyük günahlardan sayılan ve cezası racm olan zinayı masumlaştırır, kanıksatırsanız... Ben, bir kız ya da bir kadın olsaydım, Mrs. C.nin yaşadığı macerayı masum, ilginç ve heyecan verici bulur, kendim de yaşamak isterdim doğrusu. Hattâ itiraf edeyim; romanı okuyunca bende de bu yaşıma rağmen, erkek kimliğimle, olayın diğer kahramanı gencin yerinde olma isteğinin uyanmadığını söylesem yalan söylemiş olurum. İnsan fıtratındaki olumsuz kuvveler inkâr edilemez ve Bediüzzaman’ın şu muhteşem tesbitini kimse yok sayamaz: BÂTILI TASVİR, SÂFÎ ZİHİNLERİ İDLÂL EDER. Bu roman, yazıldığı yıllardan dolayı masum ve zararsız olma ihtimali bulunan bir romandır yine de. Günümüz roman ve hikâyelerinin durumunu siz düşünün gayrı. Okuyanlarınız biliyordur zaten.
Yazım çok uzadı, YAKICI SIR’a geniş bir yer ayıramayacağım. O roman da berikine benziyor. Hattâ daha da kötü. Çünkü orada, evli bir kadının kocasını boynuzlama macerası anlatılıyor: Henüz ergenliğe girmemiş küçük oğlan çocuğunun tedavi için doğası güzel bir ortamda bir müddet tebdil-i hava etmesi gerekmektedir. Baba, oğlunu annesiyle beraber taşradaki buna uygun bir otele gönderir. Otele bir müddetliğine gelmiş şerefsiz bir kazanova, annenin kalbini çelme hesabı yapar ve başarılı da olur. Ucundan kıyısından bir ilişki başlar. Fakat ihtimal ki en kötü noktalara varmadan, oğlanın tekerlerine çomak sokmasıyla sona erer. Çocuk aslında henüz bu işlere akıl erdirebilecek yaşta değildir ama hisleriyle anasını ve babasının şerefini kurtarmaya vesile olur. Evet yazara sorarsanız, ibret alınacak bir olayı anlatarak insanları kötülüğe karşı uyarmış olduğunu söyleyecektir. Ancak ben buna katılmıyorum ve hısımım olan 14 yaşındaki kız çocuğunun bu romanı okumamasının okumasından daha iyi olacağını düşünüyorum.
Bize sanat adı altında sunulan şeylerin pek çoğu İslâmî mihenklere göre muzırdır. Tanımları itibariyle, felsefeleri itibariyle, sunumları itibariyle... Bu durum, roman için, hikâye için, şiir için, sinema için, tiyatro için, müzik için, heykel ve benzerleri için geçerlidir. Doğrudan veya dolaylı şekilde, sapkın yaşam felsefeleri, aykırı ve anarşist yaşam tarzları aşılanıyor, kanıksatılıyor. Ve maalesef birçok muzır yazar ve muzır eser, hem de “klasikler” adı altında okullarımızda ders olarak okutulmaktadır. Dante, Balzac, Lamartine, Flaubert, Andre Gide, Sarte, Beauvoir, Camus... Vadideki Zambak, Madam Bovary... Aşk-ı Memnu, Yaprak Dökümü...(Daha fazla söyletmeyin beni.)
ENİNE BOYUNA İNCELEMEDİĞİMİZ KİTAPLARIN ÇOCUKLARA VE GENÇLERE OKUTULMASINA hayır.
Hayırist, esenlik dolu HAYIRLI günler diler.
(*)“Ey iman edenler! Sarhoş iken ne söylediğinizi bilinceye kadar namaza yaklaşmayın.” (Nisâ, 4/43)
(**) İyiler elbette var. Birkaç örnek: Tolstoy (İnsan Neyle Yaşar...), Münevver Ayaşlı (Pertev Bey’in Kızları...), Ömer Seyfeddin (Diyet, Kaşağı, Pembe İncili Kaftan...), Necip Fazıl (Aynadaki Yalan, Reis Bey...), Durali Yılmaz (Kutup Yıldızları), Nazan Bekiroğlu (LÂ Sonsuzluk Hecesi), Burhan Sönmez (Masumlar)...
R. Serdar Özmilli